Ustat Necıp Fazıl

Ustat Necıp Fazıl

Edebiat dünyasından...

Necip Fazıl’dan mühim bir mukayese; Batı Tefekkürü ve İslam TasavvufuNecip Fazıl’dan mühim bir mukayese: Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu

Necip Fazıl Kısakürek’in Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri, bir Ramazan ayında üç gece peş peşe vitirden sahura dek verilen üç konferansın kitap haline getirişinden oluşmuştur.

Murat Aslan yazdı.

Necip Fazıl Kısakürek’in Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri, bir Ramazan ayında üç gece peş peşe vitirden sahura dek verilen üç konferansın kitap haline getirişinden oluşmuştur. Bu konferansların temel konusu Batı düşüncesi ve onun karşısında İslam tasavvufudur. Tabii ki Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî’nin bir müridi ve bir Nakşibendî olarak İslam tasavvufunu desteklerken Batı felsefesini ve düşüncesini, Allah’ı bulamayan sonu gelmez bir çaba olarak eleştirir. Zira Batı’nın arayıp da bulamadığı şey, İslam tasavvufunda peşinen kabullenilen şeyden başkası değildir. Arayış ve bulamayışın hikâyesi olan Batı düşünce tarihine kıyasla İslam tasavvufu,  önce buluş, ardından bu gerçek üzerine hikmetin bina edilişidir. Akıl, gerçek manasını İslam’da, özellikle de İslam tasavvufunda bulmuştur. Batı aklı ise, boş ve neticesiz bir şüpheciliğin emrindedir. Bu akıl, adeta savrulur gider. İslam tasavvufunda ise akıl, bir temele oturur ki bu temel imandan başkası değildir. İman temelinde yükselen akıl ise gerçek değerine kavuşur.

Kitap, Batı tefekkürü ile İslam tasavvufunun genel bir mukayesesiyle konuya girer. Yazara göre felsefe doğruyu göstermenin değil, yanlışı ortaya çıkartmanın bir çabasıdır. Zaten filozoflar, yalnızca birbirinin yanlışını bulur ve ortaya çıkarırken haklıdır. Demek ki,Necip Fazıl'a göre bütün Batı düşüncesi yanlıştır.

Ardından Necip Fazıl, Batı düşüncesini şu şekilde formülleştirir: “Yunan aklı + Roma nizamı + Hristiyanlık ahlâk ve hassasiyeti (Greko-Lâtin medeniyeti” (s. 17).

Kitapta mitoloji, ilk bahsedilen husustur ki bu “tahayyül cümbüşü”, bir “dış âlem rüyası”ndan başka bir şey değildir,der. (s. 18). Yazar mitolojiyi “bir büyük hokkabazlık panayırı” olarak ele alır. (s. 20).

İlahların kadınları baştan çıkardığı, en düşük insani hırslarla birbiriyle savaştığı, en adi zaaflara batmış bir dünya…

Eski Yunan filozoflarının “arkhe” arayışıyla Batı düşünce tarihine giren Necip Fazıl, bu çabanın ne kadar basit olduğunu dile getirir. Onları septikler takip eder. Necip Fazıl’ın önem verdiği filozofların ilki Sokrates’tir. O, davaların davası olan yöntemi felsefeye getirmiş bir filozoftur (s. 26). Onun öğrencisi Platon ise maddeyi aşan, ideal bir dünya tasavvur eden, insan aklının üstünde ve nebîlik mertebesinin altında bir filozoftur (s. 28). Onun düşünceleri, mistik bir âleme açılan kapıdır. Platon’un öğrencisi Aristo, “maddeyi mânâya götüren bir tefekkürün sahibi”dir (s. 30). Platon ruhtan hareket ederken Aristo maddeden hareket eder (s. 30). Sokrates, Platon ve Aristo Garp düşüncesinin temelini oluşturan üç filozoftur ve Batıdaki usûlcü, idealist ve maddeci düşünceler hep bu filozoflardan hareket eder (s. 30).

Necip Fazıl, Epiküros’un yanlış anlaşıldığına vurgu yapar

Ardından, gururun yani nefsin felsefesi Stoacılık gelir.

Zenon, Epiktetos ve Seneca bu ekole mensuptur. Bu düşünce, temelsiz, boş bir gururun üstüne çıkabilmiş değildir (s. 30-31). Epikürcülükten bahseden Necip Fazıl, Epiküros’un yanlış anlaşıldığına değinir ve onu hakiki yerine oturtur. Epiküros zevkperest değil, mutluluğa ulaşmak için gerektiğinda katı bir ahlak yoluna giden bir düşünürdür (s. 31). Yunan düşüncesine kısa bir bakış atan Necip Fazıl, şöyle bir neticeye varmıştır: “Yunan, sadece akıl ve plâstik zevk harikasıdır. Aklı uzanabileceği en uzak noktalara dek götürmüş ve nihayet ona ‘Geber, sende iş yok!’ diyebilmiştir. Fakat ruh emrinde büyük aklı bulamamıştır. Bu da zaten filozofun değil, peygamberin işidir. Böyleyken, tek başına rehbersiz akıl nereye kadar gidebilir, göstermiş ve nasipsiz Batıya örnek olmuş tefekkür zemini…” (s. 32).

NECIP FAZIL

Bu sonuç, Necip Fazıl’ın bütün Batı düşüncesine karşı tavrını ve ne kadar filozof anlatırsa anlatsın, ulaşacağı temel sonucu bize göstermektedir. Zira Necip Fazıl, Batı düşüncesinden peygamberlere ait bir hikmet beklemektedir ve doğal olarak, Batıda bu kudrette bir filozof bulamamakta ve hepsini de bu nedenle suçlamaktadır.

Yazarın kendi aradığı şeye en yakın düşünceleri ifade eden filozoflar için söylediği de “Yaklaşmış, ama ulaşamamış.” demekten ibarettir.

Yani, Necip Fazıl’ın hakikate ulaşmış, başarılı filozof imgesi, İslam'ı hak din olarak tanıyıp ona uyan bir düşünürdür.

Pascal, Bruno ve Bergson gibi filozoflar çalışmışlar, ancak son hamleyi, yani İslam’a girmeyi başaramadıkları için çizginin dışında kalmışlardır.

Necip Fazıl, Neo-Platoncular üzerinde, diğerlerine nisbetle biraz daha fazla durur; çünkü İslam tasavvufunun bu ekolden çıktığına dair düşüncelerin hakikati yansıtmadığını kanıtlamak istemektedir.

Ona göre, İslam tasavvufunun temeli herhangi bir dinde veya fikir akımında değil, yine İslam’dadır. (s.35-37).

BATI MEDENİYETİNİ MERCEK ALTINA ALIR

Batı düşüncesinin temel öğelerinden biri olan Hristiyanlık, daha ortaya çıktığı ilk zamanlardan itibaren, henüz yayılma aşamasındayken bozulmaya uğramıştır ve bunun baş sorumlusu da önceleri Yahudi olup Hz. İsa takipçilerine zulmeden, Hz. İsa’nın Hristiyan akidesince çarmıha gerilmesinden kısa bir süre sonra da Hz. İsa’yı bir anda önünde görüp bu mucizeden hareketle Hz. İsa takipçilerinden olan, ardından hayatını Hristiyanlığı yaymaya adayan Saul, bilinen adıyla Saint Paul’dur. Yani Hristiyanlık ve ona dayanan tüm düşünceler, temelinden hatalıdır. Nitekim Skolastik felsefenin dar görüşlülüğü ve aklı peşin hükümler altına alıp özgür düşünce ve bilime izin vermemesi bunun en açık delilidir .(s. 37-45).

Skolastik düşünce, kendi zıddını besler ve ortaya Rönesans çıkar ki bu, Batılıların putperest Yunan aklına dönmesi demektir. Batılıların Eski Yunan düşüncesine ulaşmasındaki temel vasıta ise İslam felsefesinden başkası değildir. Tabii ki Necip Fazıl, hükümlerinde abartmayı sever ve oldukça ileri giderek şunu söyler: “Ümanizmi Batıya hediye edenler de Araplardır, İslâmdır. İslâm medeniyetinin bütün ufuklara hâkim eseri…” (s. 46).

Filozofları hikmet nazarından değerlendirir

Necip Fazıl’ın bahisleri uzar gider; Spinoza, Descartes, Pascal, Voltaire, Diderot, Kant… Bu filozofları yorumlarken de, başta belirttiğimiz gibi, İslamî hikmete ulaşmak söz konusu olmadığı için, ne kadar bu hikmete yaklaşabildiği açısından değerlendirilir.

Yazarın 17. yüzyıl hakkındaki genel değerlendirmesi şöyledir;“17. asrın karakteri akılda ilerleme… "

Ve bu arada akılla iman arası çırpınma ve bir ruh muvazenesi arama teşebbüsü, tecrübesi… yani Rönesanstan çok hisse almış, ama Hristiyanlıktan da vazgeçemiyor. İkisi arası bir felsefe… Tam bir reaksiyon ve patlama yok” (s. 58).

18. yüzyıl hakkındaki genel değerlendirme ise şöyledir; “Akıl ve eşyayı tahkik hamlesini, baskıdan kurtarmak için bir taraftan kalıplarını kiliseden aldıkları itikatları topyekûn inkâr, bir taraftan da hakikati arama ve büyük tecride tırmanma cehdi…” (s. 64).

BATI FLOJOFLARINI TAHKLİLE ÇALIŞIR

Necip Fazıl, 19. asır filozoflarıyla İslam tasavvufu açısından Batı felsefesi tarihine kısa bir bakış atmaya devam eder; Hegel, Shopenhauer, Auguste Comte, Nietzsche, Engels ve Marx… Yazar Engels ve Marx’ı, oldukça basit bir biçimde eleştirir; Komünizm’de kadınlar ortakmış! Bu çıkarım ise, Komünist Manifesto’daki bir cümleden hareketle yapılmıştır (s. 71). Belli ki Necip Fazıl, Marx ve Engels’in ilgili kısımda bahsettiği hususu anlayamamıştır. Zira metinde Marx ve Engels serbest ve hayvanca bir cinsî münasebet serbestliğinden değil, fuhşu ve kadın ticaretini burjuva aile anlayışının ortaya çıkardığından bahsetmektedir.

19. yüzyılın genel değerlendirmesi şöyledir: “Büyük madde marifetlerinin ve makine keşiflerinin gururiyle sâf idealizmi gölgeleyen, baltalayan, fakat onun yeni yeşermelerine engel olamayan ve onu ancak Panteizm şeklinde benimsemek istidadını gösteren Batı tefekkürü, marifetlerinin ruh hakimiyetini elden kaçırma hengâmesine girmiş ve bu hengâmenin kapısı 20. asra ayağını dayamıştır (s. 86). Şimdi de 20. asır Batı düşüncesine ait genel hükmü paylaşalım: “20. asır, müspet ve menfi her idealizasyonu bırakıp amelî faydaya dönerken, buhranı idrak etmekle, kendini tahrip hamlesi içinde, dinî bir idealizm tefekkürü arama ve bu arada büyük çırpınışı açığa vurma illetini yaşamaktadır” (s. 100).

Yazarın Batı düşünce tarihine dair neticesi ise şudur; “Bu gelişle gidişi içinde Batı tefekkürü, maddeye aksetmiş akılla harikalar doğurduğu, aynı akılla da aklı kıracak kadar ileri gittiği halde ruh feyzine, yani nura çıkamayan, eşya ve hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramayan, neticede ruhu öksüz bırakan ve bu eksiğini daima hissedip keşiflerinin oyuncaklariyle teselliye eremeyen, muazzam bir madde bonmarşesi ve plâstik inşadan ibaret… İçinde sultanı olmayan saray…” (s. 101). Yazara göre Batı maddedir, Doğu ise ruhtur. Doğuda olan Batıda yoktur; Batıda olansa Doğuda… (s. 101).

Tasavvuf üzerine yapılan değerlendirmeler daha derinlikli

Kitabın ikinci ve asıl bölümü İslam Tasavvufu’dur. Zaten birinci bölüm olan Batı Tefekkürü, İslam Tasavvufu bölümü için bir arka plan görünümündedir. Böylece tasavvuf, daha belirgin, daha önemli ve değerli bir biçimde kendisini göstermektedir.

İslam Tasavvufu bölümü, çeşitli sufilerin tasavvuf tanımıyla başlar.

Mesela; Cüneyt’e göre tasavvuf “Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”dir (s. 103). Şiblî ise tasavvufu “Halktan kesilip Hakk’a bağlanmak” olarak tarif etmiştir (s. 104).

Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Arvasi, tasavvufu şöyle tanımlar; “Tasavvuf, beşeri sıfatlardan çıkıp meleki sıfatlar ve ilahi ahlak ile vasıflanmaya mahsus bir hal” (s. 105).

Yazara göre “Âdem peygamberden itibaren bütün nebiler ve resullerin iç hali…” tasavvuftur (s. 107). Tasavvuf, Hz. Muhammed’in (sas) ruh emanetidir. “Tasavvuf, O’nun bâtınıdır! Tasavvuf O’nun özüdür!” (s. 107). Demek ki tasavvuf, ilk insanla başlamış, son peygamberle zirveye ulaşan bir yaşantıdır, iç haldir, hakikattir.

Kitap, tasavvufa ait hiçbir eleştiri içermez. Bu bölüm, tasavvufa dair çeşitli özelliklerden, belirli bir plan ve sıra gözetmeksizin bahseder. bunu yaparken sık sık ünlü mutasavvıfların menkıbelerine dayanır. Yazarın amacı, tasavvuf zevkini ve üstün yaşayışını okuyucuya tattırmak, biraz olsun hissettirmektir.

Yazara göre şeriat ve tasavvuf, bir paranın iki yüzü gibidir. Şeriat Hz. Muhammed’in zahiri iken tasavvuf O’nun batınıdır (s. 108).

Dolayısıyla şeriat gözetmeksizin tasavvufla meşgul olmak söz konusu değildir. Bir mutasavvıf, şeriate sıkı sıkı bağlı olarak tasavvufî pratiklerini icra edebilir. Başka bir deyişle tasavvuf, şeriatin bir adım ötesi olmakla beraber onu geçersiz kılmaz.

TASAVFUFTA,AÇIK VE GİZLİ ZİKİRLER

Tasavvuf, öncelikle Hz. Muhammed tarafından Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e öğretilmiştir.

Ayrıca, tasavvufun yayıldığı bir diğer kaynak da Hz. Ali'dir. Böylece tasavvuf, İslam dünyasına Hz. Ebubekir ve Hz. Ali tarafından yayılmıştır. Gizli zikri icra edenler Hz. Ebubekir’e bağlanırken açık zikri icra edenler Hz. Ali’ye bağlanır.

Tasavvuf, önce iman eder, daha sonra imanın ışığında aklı kullanır. Böylece kendini tanır ve tanınamaz olana yol bulur. Allah tanınamaz olandır. Ona doğru gitmek vardır; ancak varmak yoktur. Bu yol, sonu olmayan bir yoldur. Zira Allah, İmam Rabbani’nin deyişiyle ötelerin de ötesinde, ötelerin de ötesinde, ötelerin de ötesindedir. Herkes kendi çapınca Allah’a yaklaşır, yine de kimse ona ulaşamaz. İşte tasavvuf, böyle bir yolculuktur.

Kitap ruh ve nefs, fenâfillah, bekabillah, râbıta, edeb, mürid ve mürşit ilişkisi, zikir, ahlâk, namaz gibi bahislerle ilerler.

Yazar, ara ara Cumhuriyet Türkiyesi’nin tasavvufa karşı yaklaşımını, bazı T Bunların hepsinden bahsetmeyi gereksiz buluyor ve merak edenlerin kitaba başvurmalarını tavsiye ediyoruz.

Neticede Necip Fazıl, tasavvuf zevkini, inceliğini ve hakikate dair doğrudan bir kaynağın en önemli şahsiyetlerinin hayatlarından çeşitli manzaraları okuyucuya sunarak, Batı düşüncesi karşısına koyduğu tasavvufun üstünlüğünü ortaya koymayı amaçlamıştır. Yine de bu üstünlük, ruh ile sınırlı olup maddeyi kuşatıcı değildir; çünkü maddî üstünlük Batı dünyasına aittir. Daha önce de söylediğimiz gibi yazar, Batı’yı madde âleminde üstün görüp ruh âleminde fakir olarak nitelerken Doğu dünyası bunun y-tam tersidir: Ruh âleminde zengin olup maddî dünyada son derece fakirdir. Yazar, buna bir çözüm olarak, kitabın son iki paragrafında şöyle bir senteze gider; “Batı’nın bütün eserini sıfıra indirici eksiği ruh, asıl olarak, Doğuda, ahiretin tarlası olan dünya fethine memur akıl da Batıda… Bu iki kutbu birleştirip bir ark lâmbası parlayışına vücut vermeden, yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir(s. 226).

Asıl amaç tasavvufunu anlatmaktı

Asıl meseleye gelirsek; Necip Fazıl’ın Batı düşüncesiyle İslam tasavvufunu mukayese etmesi, bu ikisinin aynı kategoride değerlendirilemeyeceğini düşünürsek, oldukça yersiz görünmektedir. Aslında yazar, felsefe ve tasavvuf etrafında, Doğu ve Batı medeniyetini karşılaştırmakta ve Doğu dünyasının üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Halbuki yalnızca tasavvuftan bahsetse, eğer gerçekten tasavvuf dünyası özelinde Doğu Batı’dan üstünse, bu üstünlük zaten ortaya çıkacaktır. Ancak, özellikle Batı düşünce tarihi kısaca incelenip, her filozofun –İslam anlayışı bakımından- açığından bahsetmek ve onun karşısına hiç eleştirilmeyen, mükemmel olarak yansıtılan tasavvufu koymak, şüphesiz ki Batı dünyasına karşı bir aşağılık kompleksinin sonucudur. Her filozofu birkaç cümlede harcamak ve onun düşünce dünyasına kattığı değerli şeyleri görmezden gelmek tasavvufu yüceltmez. Bu yaklaşım yalnızca, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kaba softa ve ham yobaz”ların yaklaşımı olabilir. yani Necip Fazıl, bu kitabıyla kendi eleştirdiği kaba softa ve ham yobazlar sınıfına girmektedir. Sanki bütün filozofların tek derdi İslam’ın hakikatini anlamak çabasıymış gibi Batı felsefe tarihini okumak, şüphesiz ki hatalı bir yorumdur. Müellifin yaklaşımı “Ben haikati peşinen buldum. Oradan hareket ederek de bütün dünyayı daha rahat ve doğru biçimde anlayabiliyorum. Bakalım o çok düşünen Batılı dinsizler de benim eriştiğim hakikatlere ne kadar yaklaşmışlar.” şeklindedir.

Bu da, okuyup anlamak ve bu düşünce ve sistemleri tarih içinde bir yere oturtma ve günümüzü anlama çabasından ziyade, İslam’ın genel geçer hakikatleri karşısında Batılı mütefekkirlerin ne kadar aciz kaldığını kanıtlayabilmek için en ufak bir boşluk arama ve bundan faydalanma çabasıdır. Yazar, böyle bir çaba içerisindeyken, bahsettiği filozofların önemli ve dikkate değer yönlerini görmezden gelmiştir. Belki de bu yönleri hiç fark etmemiştir bile.

Bir diğer husus, yazarın Doğu dünyasını yalnızca tasavvufa dayandırarak Budizm ve Hinduizm gibi büyük gelenekleri görmezden gelmesidir.

Şayet yazar, eğer mukayese edecekse tasavvuf ile Zen Budizmini mukayese etseydi daha isabetli bir karar almış olurdu; çünkü bunların her ikisi de mistik bir uygulamadır. Ne yazık ki Necip Fazıl, Doğuı deyince yalnızca İslam'ı anlar, Batı deyince dinsiz ve kâfirleri anladığı gibi…

Yine de buna pek şaşmamak lazımdır. Zira Necip Fazıl, aşırılıklarıyla bilinen bir aksiyon adamıdır. Onun Yeniçeri kitabında, Osmanlı ordusunun pek çok hizmetleri dokunan bir grubunu baştan sona acımasızca ve haksızca yerden yere vurması da böyle bir eğilimin sonucudur. Esselam adlı manzum siyerinin sonunda açıkladığı vasiyetnamesinde, cenazesine kim olursa olsun hiçbir kadının gelmemesi isteği de böyle bir aşırılıcığın göstergesinden başka bir şey değildir.

Cemil Meriç’in yaklaşımı daha farkla olur.

Necip Fazıl’ın aşırıcılığı ve akıl dışı bir kesinliği karşısında ünlü mütefekkir Cemil Meriç’in yaklaşımı ne güzeldir.

O bize her şeyi okumamız gerektiğini, bütün düşünceleri masaya yatırmamızı, hepsini karşılaştırıp en doğrusunu bulmamızı söylemişti. Necip Fazıl’ın çabası ise, İmam Gazali’ninkine benzer bir şekilde, dinsiz ve hiçbir doğru sonuca götürmeyen Batı düşüncesiyle ilgilenmeyip zamanımızı zaten elimizde hazır bulunan peşin bir hakikat olan tasavvufa ayırmamızı düşündürmektedir. Böylece o, bür düşünce adamı olmak yerine, adeta bir propagandist portresi sergilemektedir.

Sonuç olarak şöyle söyleyelim; tasavvuf, tek başına değerli ve üstün bir yaşam biçimidir. Onun önemini ortaya koymak için tasavvufu felsefeyle, düşüncelerle, başka geleneklerle ve başka dinlerin mistik uygulamalarıyla karşılaştırmaya gerek yoktur. Kusur bulma meselesine gelince; Necip Fazıl’ın Batı düşüncesinde çeşitli açıklar bulması, bütün bir Batı tefekkürünü hiç mertebesine indirmeyi gerektirmez. Batı düşüncesinin yanlışları olduğu gibi doğruları vardır. Bu husus İslam tasavvufu için de geçerlidir. Bütün bir tasavvuf tarihi incelendiğinde, bu geleneğin içinde de hiç şüphesiz bazı doğru olmayan uygulamalar bulunduğu görülecektir. Tabii ki bu doğru bulamayacağımız uygulamalar ve eğilimler Necip Fazıl’ın Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eserinde bulunamaz. O, bütün tasavvuf geleneğinden değil, Nakşibendilikle beraber birkaç kalburüstü gelenekten bahsetmekle yetinir. Tasavvufun üstünlüğünü ve mükemmelliğini kanıtlamaya çalışan bir müellifin eserinde de buna dair bilgiler bulunacğı doğal olarak beklenemez.

* * *

Yine de bu konuyu merak eden olursa, Ahmet Yaşar Ocak’ın Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler adlı eserini tavsiye edebiliriz.

Not: Bu yazının hazırlanmasında kaynak olarak kullanılan eserin künyesi şöyledir: Kısakürek, Necip Fazıl. (1998). Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yayınları, 8. Basım, İstanbul.

Yeniyurt Edebita-Literatur sayfası

Yazar Hakkında
0 Yorum
Yorum Yapın